"Enter"a basıp içeriğe geçin

Yol Kenarında Diken Eken Adam | Mesnevi’den Hikayeler 23. Bölüm

Yol Kenarında Diken Eken Adam | Mesnevi’den Hikayeler 23. Bölüm

videosundan fısıltılanmıştır. Videoya ulaşmak için Linki kullanabilirsiniz https://www.youtube.com/watch?v=_q9keeY8SzY.

Evet, Allah’a şükürler olsun. Bugün de bizi sağlık ve afiyet içerisinde ve muhabbetle bir araya getirdi.
Şükürler olsun. Her şey zıddıyla bilinir. Her şey zıddıyla bilinir ve bunun altını çizer hasreti Mevlana. Bunun en bariz örneğini iyilik ve kötülük üzerinden verebiliriz. İki kavramda anlaşılmak için birbirine muhtaçtır aslında.
İyiliği anlayabilmek için kötülüğü, kötülüğü manalandırabilmek için iyiliği anlamak icap eder. İyiliği kötülük üzerinden bilebiliriz. Biri diğerini anlaşılır kılar. Kötülüğün dünyadaki varlığını anlamakta güçlük çeker bazen insanoğlu.
Parçaya odaklanıp bütüne dair hüküm vermek gafletinde bulunur. Oysa Cenab-ı Hak kulları için yalnız iyilik murat eder. O vakit bu kötülük nedir diye soranlara, Hazreti Pir Mesnevi’sinde şöyle cevap veriyor. Diyor ki bir ressam iki çeşit resim yaptı.
Biri pırıl pırıl, diğeri kötü iki resim. Hazreti Yusuf ile yaratılışı güzel bir huri ile yaptı, resmetti. Sonra ifritlerin çirkin şeytanların kötü yüzlerini resim yaptı. Her iki resimde onun ustalığını gösterir. Bu onun çirkinliği değil, hüneridir.
Çirkini son derece çirkin yapar. Bütün çirkinlikleri onun çevresinde örer ki bilgisinin olgunluğu ortaya çıkar. Allah ateşperestinde, muhlisin de tanrısıdır. Bu yüzden küfür ile iman şahittir. İkisi de onun tanrılığına secde eder. Kısacası siyah beyaza, güzel çirkine, uzun kısaya muhtaçtır fark edilebilmek için. Bu gerizgâh, kötülüğün mahiyeti üzerineydi sevgili dostlar. Hikmetini merak edenlere Hazreti Mevlana’nın sunduğu bir deste. Kula düşen, kötülüklerden sakınmak ve sakındırmak tabii ki.
Kötülüğü emreden nefse karşı mücadele içinde olmak.
Gelin, Mesnevi Şerif’ten basit gibi görünen ama yakından baktıkça başka kötü huylarla birleşen büyüyen bir kötülük hikayesine kulak verelim.
Kötü huylu, yaşlıca bir adam bahçelerinin bulunduğu yolun üzerine dikenli çalılar dikmişti. Sorana hayvan girmesin diye diktim diyordu. Aslında hayvan değildi derdi. Gelip geçen muhacirler, yolcular, yoksullar yiyip içmesin istiyordu. Kendisinin bile farkında olmadığı bir haset vardı içinde, insanlara karşı. Adını koyamadığı, mecrasını bulamamış bir öfke. Oysa tatlı sözlü olarak bilinirdi çevresinde. Aslında kimse kötülük yaptığını kabul ederek kötülük yapmıyor. Herkes kendisini toplum nazarında meşrurlayan bir sebebe dayanıyor. Ya hikayedeki gibi malını koruyor görünür de ya gasp edilen hakkını savunuyor. Mağdur edildiğinden dem vuruyor bazısı. Öyle bahaneler buluyor ki bahaneleri suçladığından daha zalimce. O güne kadar yaptığı iyiliklere karşılık hep kötülük gördüğünü söylüyor bazısı da.
Hep aynı lakırdı ile yapıyor yapacağını. Bundan sonra kimseye acımak yok diyor bazıları. Başkasının günahında yıkanmak dedikleri bulsa gerek. Velhasıl bu iyilik kötülük davasında herkes kendini haklı görüyor. İşin hakikatini görmek ise ariflere kalıyor.
Malını korumak, göç hakkını yolcudan sakınmak, infak etmemeyi tercih etmek iradi bir konu. İnsan kendi namına hayır da işleyebilir şer de. Neyi tercih ettiği şahsi bir mesele fakat diğer insanları rahatsız etmeye başladığı zaman işin rengi değişir.
Konu artık umumu ilgilendirir. Bizim hikayemizde de aynen böyle oldu. Dikenli çalılar her gün biraz daha büyüdü, çoğaldı, gelip geçen halkın ayaklarını kanatır oldu. Bazısının yüzünü, kollarını yırttı, bazısının da mintanını. Hele o evsiz barksız fakirler.
Aman Allah’ım, yalın ayak gelip geçerken perişan oldular. Başka geçiş yolu da yoktu üstelik. Mecburdü insanlar oradan geçmeye.
Şikayetler, söylenmeler hiçbir etki yapmıyordu adama.
Şu çalıları buradan sök, insanlara eziyet veriyorsun diyenlere tabi tabi diyordu gülen yüzüyle. Yakında halledelim. Hiçbir harekete girişmiyordu. Bazen çalılardan zarar gören kişi husumet duyduğu biri olursa memnun bile oluyordu. Kırk yıl öncesinin kavgalarını anıyor, sanki düğün yaşanmış gibi kötülüğe gerekçe gösteriyordu. İş sonunda valiye intikal etti. Vali adama bunları sökmelisin diye emir verdi. Tamam dedi adam, bir ara sökerim. Bir müddet yarın, öbür gün sökerim diye diye vaatte bulundu.
Bu süre içinde dikenler, çalılar daha da kökleşti, kuvvetlendi. Vali işin takipçisi oldu, tekrar çıkageldi. Ey vadini yerine getirmeyen, sözünde durmayan adam dedi. Buyruğumuzu sürünceme de bırakma, işi yerine getir.
Vali konuşurken, Hz.Peygamberin bir şeyi sonra yaparım diyenler helak oldular hadisini hatırladı. Hem sinirli olduğu için, hem de adamı rencide etmemek için söylemedi. Sadece şunları dile getirdi. Sen yarın bu işi hallederim dedikçe dikenler daha da yeşerip kuvvetleniyor. Sen de gün geçtikçe ihtiyarlıyorsun.
Diken güçlenip boy atarken senin gücün eksiliyor. Diken tazeleniyor, sen ise kuruyup gidiyorsun.
Elini çabuk tut, ölüm yakın, ömür gelip geçiyor.
Gel ey gurbet diyarında esir olup kalan insan. Gel ey dünya harabında yatıp gafil olan insan. Gözün aç, perdeyi kaldır duracak yer mi gör dünya?
Kat-i mecnun durur buna, gönül verip duran insan. Kafeste papağana şeker verirler, hiç karar etmez. Acep niçin karar eder bu zindana giren insan? Ne müşkül hal olur gaflette yatıp hiç uyanmayıp, ölüm vaktinde Azrail gelince uyanan insan?
Kararmış gönlün ey gafil, nasihat neylesin sana? Taştan katıdır kalbi, öğüt kar etmeyen insan. Bu derdin çaresini bul, sen elinde var iken fırsat.
Ne yazık sonra ahuzar edip pişman olan insan.
Vali adamın yanına gelmeden kısa bir soruşturma yapmıştı hakkında. Diken işinden habersizdi çoluk. Kimi mescitten tanıyordu adamı, kimi de pazardan. Ne Hüsnüzan ne de Suizan. Bugüne kadar eltleye sütleye karışmayan bir adam dediler. Ne hayır bekle ne şeraret. Vali düşündü kendi kendine tefekkür etti. Bir Müslüman için ne acı şehadet dedi. Sonunda Vali Arif bir zata rastladı bu adamı tanıyordu. Arif kişi dedi ki pek belli etmez ama kuvvetlidir nefse emmaresi. Nefse emmaresi.
Yani kötülüğü emreden nefis. Ehli tasavvuf Kur’an-ı Kerim’den hareketle nefsin yedi mertebesi olduğunu söyler. Bunların en aşağısıdır nefse emmaresi. Tam da burada bir an durup Alaca Minare tekkesi şeyhi Sadık Efendi’yi anal.
Hazret yazdığı risalede nefsin dört mertebesini şehir sembolü çerçevesinde anlatır. İnsan yolcudur ve şehirlere uğrayarak konar geçer gider. Yolcu nefse emmaresi şehrine gelir önce. Ardından Levame şehri, Mülhime, Mutmainne diye devam eder gider.
Her şehrin ahalisinin özelliklerini anlatır incelikle. Gördüğü acı tatlı manzaraları tasvir eder yolcunun diliyle. Onun gibi kıymetli başka bir zatı şerif der ki……Şeyh Sadık Efendi’nin risalesini okuyan kendi mertebesini görmüş. Bakalım Şeyh Sadık Efendi neler görmüş nefse emmaresi şehrinde. Efendim bu şehrin ahalisi bir lokma için birbirleriyle hırlaşıp……basit bahanelerle birbirlerini parçalarlar. Her türlü rezalete rastlanır sokaklarında.
Hırsızlık, çekiştirme, iftira, yalan ve gıybet sürük giden adaleti olup……zerre kadar Allah’tan korkmazlar. Bu büyük günahları işleyenlerin çoğu Müslümanlardır hatta. Bazıları da alimlerden çıkar. Ne acı.
Buranın ahalisiyle uyuşamayanlar şehrin ortasındaki Lefs-i Levvame kalesine göçerler. Yani kendini kınıyan nefsin şehrine. Kalenin kapıları kişinin pişman olmasıyla açılır ve yolculuk başka bir boyut kazanır.
Aciz kaldım zalim nefsin elinden. Şol dünyanın lezzetine doyamaz. Eğnine almıştır gaflet gömleğin, ömrün gelip geçtiğini bilemez. İlahi gaflet gömleğini giyene Müslüman der misin nefse uyanak. Kazanıp kazanıp verir zihana, hak yolunda bir pula kıyamaz.
Sağlığında ayet hadis nesine, son deminde muhtaç olur sesine. İletip koyacaklar makberesine, oğlum kızım malım kaldı diyemez. İlahi miskince Adem oğlanı, varıp tutmaz bir mürşidin elini, helal haram kazandığı malını……ele nasip eder kendi yiyemez. İlahi gafletten uyar gözümü, dergahında kara etme yüzümü. Yunus Eydür gelin tutun sözümü, dünya seven ahireti bulamaz. Efendim dönelim hikayemize, nerede kalmıştık? Bahçesinin çevresine diken eken adam, en son valiyi oyalıyordu. Adam valinin emrini yerine getirip dikenleri kaldırdı mı kaldırmadı mı?
Açıkçası bunu biz de bilmiyoruz, zira Hazreti Mevlana mesnevisinde hikayeyi burada kesmiş. Cevabı okuyucuya bırakmış. Dilerseniz az önce bahsettiğimiz sadık efendinin risalesinde arayalım cevabını. Eğer diken eken adam, emare şehrinin sakiniyse hala cevap açık.
Hayır dikenleri sökmedi. Çünkü o şehirde öz eleştiriye vicdan muhasebesine asla yer yok. Yaptığı yanlış işlerden tövbe edip pişmanlığıyla göç ettiyse eğer Levvame şehrine, evet tövbesiyle arınmıştır dikenlerinden. Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil der Hazreti Mevlana. O dikenler ki kaç keredir seni de yaraladı, sen kendi tabiatından hastalandın. Belki de bilmiyorsun çirkin huyunun başkalarını rahatsız ettiğini. Sen ya şu baltayı al eline, erkekçe vurup Hazreti Ali gibi kopar kapısını Hayber kalesinin. Ya da şu dikeni gül fidanı haline getir. Yani gül fidanı aşıla. Kötü huyunun ateşini dostun nuru haline getir. Nefsin ateşi söndükten sonra gönül bahçesine ne ekersem biter. Güzel kokulu laleler ak güller. Cenab-ı Hak kokularını duymayı nasip etsin hepimize.
Şimdi dilerseniz uzmanından dinleyelim hikayenin yorumunu. Bu hikayemizde iki kahramanımız var. Biri evinin önüne yolun kenarına dikenler eken adam. Diğeri ise o dikenleri kaldırmasını söyleyen vali. Bir de üçüncü kişiler var ki fügüren mesavesinde olan yoldan gelip geçenler. Onlar dikenden zarar görüp dikenleri kaldırması için valiye ricada bulunan halk. Diken hikayemizin tam merkezinde yer alıyor. Dolayısıyla diken bu hikayenin mihverinde ve onu anladığımız zaman hikayeyi de anlamış olacağız. Hz. Mevlana bize bu hikayede şunları söylüyor. Evinizin önüne dikenleri ekip insanlara zarar vermeyin. Çevrenizi, etrafı rahatsız etmeyin. Yani nefsinizle mağlup olup huylarınızı ve ahlakınızı, davranışlarınızı, yaptıklarınızı, amellerinizi dikene benzetmeyin. Diken nasıl boş, faydasız ve insanlara zararı olan bir bitki ise samimiyetten uzak, ihlatsız, amellerde, faydasız işlerde diken mesabesindedir. Burada ne anlıyoruz? İçimizdeki dikenleri yani kötü huyları daha küçük yaşlarda iken temizlemeye başlamalıyız.
Yaşımız büyüdükçe, kemale erdikçe, yaşlanmaya doğru gittikçe kötülüklerimizden, kötü alışkanlıklarımızdan vazgeçmemiz o kadar kolay olmuyor. Bunun bir diğer anlamı da şu. Bu hakikat yoluna girmek meşakkatli bir iş. Dikenli bir yol. Bu dikenli yolun ancak genç ve kuvvetliyken bu dikenli yoldan geçerek menzile ulaşabiliriz. Oysa yaşlandıktan sonra elden erdekten düştükten, güçten ve takattan kesildikten sonra o dikenli bir yolu geçmek çok kolay değil. Dikenci adamın bir özelliği daha var. Sözü güzel, dili tatlı ama sözünde sadık değil. Valiye kaç defa yapacağım, temizleyeceğim demesine rağmen temizlemiyor. Çünkü içindeki kötülük onun sözünde durmasını engelliyor, mâni oluyor. Kendisini mahvediyor ama farkında değil.
Aslında kötülük yaptığı kendisi mi yoksa yoldan geçenler mi o da bilmiyor. Burada ikinci kahramanımız vali. Vali bu hikayede Kamil Mürşid. Bizi uyarılarıyla kötülüklerden, kötü huylarımızdan koruyan akil kişilerin sembolü vali.
Hikayede benim üzerinde önemli durduğum ve çok dikkat çekici bulduğum bir diğer olay diken iken gül olma meselesi. Aslında tam da mağarifet dediğimiz şey bu. Bakarı altın yapma hikayesinin başka adı. Bir Kamil Mürşid dizinin dibinde yetişen derviş de gül gibi olacaktır. Hem kendisi güzelleşecektir, dili tatlılaşacaktır, huyu güzelleşecektir.
Hem de insanlara çevresine o güzelliği yayacak faydası dokunacaktır. Onların iyiliğini isteyecektir. Gül gibi olanlar da insanların en hayırlısı olacaktır. Ne diyelim Allah bizleri gül yetiştiren adamlardan mahrum eylemesin. Evet sevgili dostlar. Ruha şifa mesneviden bugünlük de bu kadar. Sağlıkla ve muhabbetle kalın.
Unutmayın bahar çok yakın.
Altyazı M.K.

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir